Ceza hukukunda kusur ilkesi nedir ?

Emir

New member
Ceza Hukukunda Kusur İlkesi: Bir Hikâye Üzerinden Düşünmek

Bugün sizlere ilginç bir hikâye anlatmak istiyorum. Bu hikâye, cezaların ve suçların nasıl şekillendiğini, insanlar arasındaki ilişkiyi ve toplumun adalet anlayışını düşündürten bir yolculuğa çıkaracak. Hikâyenin kahramanları bir cinayet davasıyla karşı karşıya kalıyor ve ceza hukukunun önemli bir ilkesine, “kusur ilkesi”ne dair çok değerli bir ders alacaklar. Hazırsanız, başlayalım.

Bir Kasaba, Bir Cinayet ve Bir Arayış

Bir zamanlar, Anadolu’nun sakin bir köyünde, Gülseren adında bir kadın yaşardı. Gülseren, kasabanın küçük bir dükkanında çalışır, günlerini sabah erkenden akşam geç saatlere kadar çalışarak geçirirdi. Kasaba halkı onu tanır, severdi çünkü her zaman neşeli ve yardımseverdi. Ancak, bir gün, kasabada korku dolu bir fısıldama yayıldı: Gülseren’in eşi, Hüseyin, bir sabah ölü bulunmuştu. Üzerinde hiç iz yoktu, kimse ölüm sebebini çözemedi.

Hikâyemizin başladığı yer burasıydı. Herkes, kasabanın sert ve saygı duyulan kadını Gülseren’in, eşini öldürmüş olabileceği ihtimalini konuşuyordu. Ne de olsa, Hüseyin’in Gülseren’in sabır sınırlarını zorlayan bir adam olduğu biliniyordu.

Fakat Gülseren, suçlu olduğu iddiasına karşı direndi. "Ben yapmadım," diyordu. “Bir sabah uyanıp yanımda ölüsünü bulduğumda, içimdeki acıyı anlatamam. O an bir çözüme ulaşmak istedim ama içimde bir savaş vardı.”

İşte bu, ceza hukukunun temel ilkelerinden biri olan kusur ilkesi ile karşı karşıya gelinen bir andı. Ceza hukukunda, bir kişinin suçlu sayılabilmesi için, suçu bilerek ve isteyerek işlemiş olması, yani “kusurlu” olması gerekir. Birine zarar vermek istemek, kasıtlı bir şekilde hareket etmek, işlenen suçta kusurlu olmayı gerektirir. Ama Gülseren bu durumda “kusurlu” muydu?

Hüseyin ve Gülseren: Çiftin Farklı Perspektifleri

Gülseren’in savunması, kasaba halkını ikiye böldü. Hüseyin’in en yakın arkadaşı, kasabanın okumuş ve düşünceli kadını Sedef, Gülseren’in suçsuz olduğuna inanıyordu. “Bir kadının, sevdiği bir adamı öldürmek için ne kadar gözkarası olabileceğini düşünemiyorum,” diyordu. Sedef, olayın duygusal boyutuna odaklanarak, Gülseren’in şiddetli bir şekilde mağdur edilmiş olabileceğini savundu. “Belki de o sabah, Gülseren bir anlık öfkeyle hareket etti ve ne yazık ki bir sonuç doğurdu,” diyordu.

Diğer tarafta, kasabanın stratejik ve çözüm odaklı düşünen erkeklerinden Hasan, olayın tamamen farklı bir boyutuna odaklandı. O, Gülseren’in suçu bilerek işlemediğini, fakat yine de ciddi bir ihmali olduğunu iddia ediyordu. “Evet, Gülseren ona zarar vermek istememiş olabilir, ama olaylara bakış açısı ve olayların gelişimi ona yol açtı. Şiddetli ve tehlikeli bir ilişkiyi sürdürdü ve bu da felakete sebep oldu,” diyordu Hasan.

Hasan’ın yaklaşımı, “kusur” ilkesinin aslında sadece kasıtlı eylemlerle değil, ihmallerle de bağlantılı olduğunu vurguluyordu. Burada, suçun öznesi Gülseren’in niyetinden çok, ona sebep olan sosyal ve duygusal durumlar önemliydi. Hasan, suçun sadece “amaçlı bir kötülük” olmadığını, aynı zamanda bir insanın yaşadığı baskı, zorbalık ve duygusal yıpranmanın da sonuç doğurabileceğini anlatmaya çalışıyordu.

Toplumsal Yansımalar ve Kusurun Sınırları

Bu olay, kasabanın sadece Gülseren ve Hüseyin arasındaki bir dramadan daha fazlasıydı. Olayın yansıması, toplumsal bir meseleye dönüştü. İnsanlar, bir kadının ve bir erkeğin ilişkilerindeki güç dengesizliğini ve bunun sonucunda neler olabileceğini tartışmaya başladılar.

Kadınlar genellikle empatik bir yaklaşım sergileyerek, mağduriyetin boyutlarını anlamaya çalıştılar. Onlar için, Gülseren’in öldürdüğü düşünülse bile, içinde bulunduğu koşullar ve ilişki dinamiği oldukça önemliydi. Gülseren’in suçlu olup olmadığı, toplumsal cinsiyet rollerine ve toplumun bir kadına biçtiği “aile içindeki roller” ile doğrudan ilişkiliydi. Herkes aynı noktada birleşmişti: Gülseren, kasaba halkının çoğunluğu tarafından bir şekilde “farklı” gözle değerlendiriliyordu.

Erkekler ise stratejik ve çözüm odaklı yaklaşarak, suçun faile yüklenmesinin yanı sıra olayın arkasındaki sebepleri de anlamaya çalıştılar. Bir erkeğin evliliği sürdürebilmesi için sahip olması gereken özellikleri tartıştılar. “Eğer Hüseyin bu kadar sağlıklı bir ilişki kuramıyorsa, Gülseren’in suçu nerede?” sorusu gündeme geldi.

Kusur İlkesi ve Ceza Hukukunun Evrimi

Sonunda, kasabanın hukukçu olan yaşlı mahkemesi, Gülseren’i suçsuz buldu. Ancak bu karar, sadece hukuki değil, toplumsal bir yeniden değerlendirme anlamına geliyordu. Gülseren, kusur ilkesi gereği suçlu bulunmadı çünkü cinayeti kasıtlı olarak işlememişti; bu karar, bireysel niyetlerin ötesinde, sosyo-kültürel bir bağlamda şekillendi.

Ceza hukukunda kusur ilkesi, bir kişinin suçlu olabilmesi için, eylemin bilerek ve isteyerek yapılması gerektiğini belirtir. Gülseren’in “kusursuz” bulunmasının ardında, sadece bireysel bir savunma değil, toplumsal koşulların, kadının yaşadığı baskının ve ilişkinin doğurduğu sonuçların etkisi vardı. Kusurun sınırları ne kadar bireysel olursa olsun, toplumsal faktörler her zaman bu sınırları etkilemişti.

Son Düşünceler: Kusur Herkesin Hikayesinde Farklıdır

Bu hikayeden çıkarılacak ders, ceza hukukunun ne kadar dinamik bir kavram olduğudur. Suç ve kusur, sadece bir kişinin niyetinden değil, yaşadığı koşullardan, çevresinden ve toplumun ona yüklediği rollerden de etkilenir. Gülseren’in hikayesi, suçluluk ve suçsuzluk arasında ince bir çizgi olduğunu gösteriyor.

Peki sizce, toplumsal baskılar ve bireysel koşullar, bir insanın suçlu sayılmasında ne kadar etkili olmalı? Kusur ilkesi, sadece bireysel niyetlerden mi oluşmalı, yoksa toplumun daha geniş yansımasını da mı kapsamalı?

Hikâyemizi, ceza hukukunun ve toplumsal değerlerin kesişiminde düşünmeye davet ediyorum.
 
Üst